27 December 2013

Kendi Kültürel Mirasımız

Daha henüz liseye başladığım yıllarda tanışmıştım Roll dergisi ile. Müziğe olan ilgisi hızla gelişen, dünyada ve tarihte milyonlarca gencin yaptığı gibi mutluluğunu ve sinirini müzik üzerinden anlayan/anlatan biri olmaya doğru hızla devam ederken elimde o sarı sayfalı dergi vardı. Orada yazan grupları, grupların röportajlarında bahsettiği grupları, herşeyi oturup dinlerdim; bir çok büyük küçük keşfimi de oradan yapmışımdır. Joe Strummer'ın öldüğünü duyduğumda yıkılmışsam, Calexico dinliyorsam, bunlar hep Roll sayesindedir.

Derginin bir de has adam kadrosu vardı: Patti Smith, Neil Young, Nick Cave, Bob Dylan... Kendine özgü bi has adam kadrosu olması bile hoştu.

Liseyi, Kaybedenler Klübü yıllarını, Napster'ı geride bırakıp üniversiteye gittiğimde mentalitem değişti. Artık hep alan değil biraz da veren olmak istediğim için bir gün dergi künyesindeki telefonu aradım ve "ben sizin için ne yapabilirim" dedim. O sene ilk defa hayatımda yurtdışı festivaline, 2004 Roskilde'ye gidiyordum. Onu yazdım. Sonra bir kaç albüm eleştirisi, bir kaç sokak röportajı derken kısa ama benim için hep özel olacak bir süre Roll'a geri verme şansım oldu. Şimdi yazılarımı okuyunca utanıyorum; berbat yazılarmış. Derya Bengi bana nasıl tahammül etti inanamıyorum. Okuyorsa teşekkürü de borç bilirim.

O günlerden beri tek bir sayısını atmadığım, arasıra hala açıp okuduğum bu Türkiye'nin en taşaklı müzik dergisinin eski sayıları, dağıtılmayı, okunmayı bekliyor. Çünkü bu yapılmazsa, o kadar bilgi, emek ve güzel yazı çöpe gidecek. Aynı zamanda o kadar Express ve Bir+Bir de. Herkesin alması, saklaması, okuması ve sonra da belki paylaşması elzem. Yan sokağımızın kültürel birikimi yokolup gitmesin.

Yayalım, kesin bilgi, bol RT.

19 August 2013

Robinson 389 Üzerine

Bugün Robinson kitabevinin nakit sıkıntısı içinde olduğu, Robkart (adı çok kötü) ile bu sıkıntıları aşmaya çalıştıkları haberleri yayıldı bolca twitterda. Çok sevdiğimiz, instagram-tumblr gençliğinin hayalini süsleyen tarzda, içi bilgi ve kültür dolu bir dükkan Istiklal üzerinde. Ve maalesef yokolmak üzere. Ama istediğimiz kadar Robkart alalım, Robinson'un eninde sonunda artan kiralarla başa çıkamayacağı ortada. Istiklal'de tek tük çok nadir eski dükkanlar kaldığını, mekanların ya çağa ayak uydurduğunu (her zaman iyi bir şey değil ve/veya iyi şekilde kotarılamayabiliyor) ya da kapandığını zaten şöyle bir gezince farkedersiniz. Bu da aslında bakınca çok normal. Niye mi?

Ortaokul lise yıllarımda annem-babam ile en büyük kavgam Taksim'e gitmek veya gitmemekti. Oraların tinerci yuvası, travestilerle dolu olduğunu iddia ederler, beni korumaya çalışırlardı. Ki bunu diyen babamın ofisi de Istiklal Caddesi üzerindeydi. Her ne kadar hiç bir zaman özellikle caddenin üstü çok kötü olmasa da hepimiz biliyoruz ki bir ara Taksim'den Asmalı'ya hatta Galata'ya kadar uzayan hat, bugünkü kadar güzel değildi. Sonrasında belli başlı yerler açıldı, bu hat ilgi geçti, ilgi daha çok mekanın açılmasına sebep oldu, böylece daha çok ilgi çekildi vs vs. Yani Babylon açılmadan önce Asmalı'dan yer kiralamayı düşünün, bir de bugünlerde oralara istenen kiraları düşünün. Aradaki dağlar kadar fark ortada. Artık oralarda olmanın maddi yükü, bizim gibi gençlerin takılabileceği bütçelerle karşılama bandını geçmek üzere. Türkiye'de içki içmek, inanılmaz pahalı bir fenomen olsa da, AKP'nin de karşı tutumu ile beraber, artık Taksim-Asmalı hattının genel gider kalemleri, içki ile karşılanabilecek bandın üstüne çıkıyor. Robinson da bundan payını alıyor. Kitap, itiraf edelim veya etmeyelim, eskisi gibi büyük bir sektör değil. Bunda insanların (hem Türkiye hem dünyada) genel kültür seviyesinin azalmasının yanı sıra Kindle-vari dijitalleşmenin de payı var. Ve ileride, kitap almak ile plak almak aynı kategori içine sokulursa şaşırmayın. Bu yüzden Robinson, instagram veya tumblr gibi, geçmişe sephia bir özlemle bakanların mekanı. Zamanla gittikçe daha da sephia'laşacak. Istiklal'e ilgiyi çeken, buraları gençliğin merkezi yapan Robinson, Babylon, Otto vs gibi yerlerin ya zamanla çektikleri ilginin altında maddi olarak ezilmeleri ya da Babylon gibi el değiştirmeleri çok garip değil. Şu an cadde üzerinde bir mekanın kirası 40.000 TL civarında. Bunu Robinson karşılayabilir mi sizce?

Bu "içkiden-kitaptan geçinme" bandı aşılıp, bu tip kiraları ödeyebilecek yerler ile dolacak Istiklal Caddesi. Kötü mü? Bizim için evet. Ama belki başka bir tür tüketici için değil, bu geniş açı ile de bakmak lazım. Yeni, belki de Lucca-vari yerler açıldıkça oraların kiraları ve genel giderleri daha da artacak. Ve onlar da bir süre sonra müşteri sıkıntısı çekecek. Çünkü Istiklal'i şu anki Istiklal yapan ben-sen-o, artık oralarda olmayacak ve buna hayat vermeyecek. Bu müşteri temeli boşalan mekanlar da zamanla buradan uzaklaşacak (ki fiziki yetersizlikleri, otopark imkanları, kırık dökük kaldırımları ile Beyoğlu'nda bu değişim daha hızlı olacaktır başka bir yerden). Ve artık (belki de) 60.000 TL kiraları olan mekanlara talip çıkmayacak ve bu rakamlar tekrar düşecek. Kendi dengesini bulacak. Ama biz bir sürü eski mekanı kaybetmiş olacağız. Kaybetmediklerimiz de değişim geçirmiş olacak.

Beyoğlu, her zaman kendi dengesini bulmuş, tarih içinde zaman zaman soluğu azalmış, zaman zaman acaip coşmuş bir yer. Şu an yaşadıklarımız, ne kadar tersine yüzmeye çalışsak da tarihin en doğal akışı. Bir örnek vereyim daha net olsun. Ilk Cihangir'e taşınıyorum dediğimde annemler "oralar tinerci çapulcu mekanı saçmalama" demişti. Anneannem ise "bayılırım oralara, Istanbul'un en güzel yeri" demişti. Her jenerasyonun aynı mekanı algısındaki gitme-gelme, Beyoğlu ve civarının genel gidişatını aslında baya net ortaya koyuyor.

Bir eleştiri de Gezi ruhunu besleyen bizlere. Idealistiz, özgürlükçüyüz, çevreciyiz. Ve bunlar muhteşem şeyler. Ama bunu katıksız romantizm ile yapmak, hiç bir zaman bu idealleri başaramamak aynı zamanda. HES'lere ve onların yıkımına ben de karşıyım. Nükleere de karşıyım. Ama o zaman bu kullandığımız enerji nereden gelecek? Rüzgar veya güneş enerjisi yetmez. Kömüre geri dönmeyeceğiz. Doğalgaz da bir yere kadar. Karşı çıktığımız şeyler çok doğru ama birilerinin bizi dinlemesi için aynı şekilde bir çözüm getirmemiz de gerekmiyor mu?

25 July 2013

Geziyi Perspektife Koymak

Ne güzel günlerdi diye anıyorum bazen, Gezi Parkının önünden geçtikçe o günleri. Özgürlüğün, mutluluğun, tanımadığım insanlara hissettiğim kardeşliğin günleriydi. Çok mu geride kaldı, hayır. Ama aynı günlerin devam etmediği de gerçek. Ama geleceğe bakmadan önce geçmişten başlamak daha doğru.

Apolitik gençlik olarak, aslında hep duyduğumuz ama tam olarak anlamadığımız ve/veya merak etmediğimiz olaylar olmuş bu ülkede. Anlaması, takip etmesi zor. Taraflarının, hep farklı sözcüklerle anlattığı bir ton olay. Ben de Gezi Parkı olaylarının biraz durulması ile geçmişe dönmeye, yakın tarihimizi öğrenmeye karar verdim. Sivas Madımak olayını izledim. Her zaman berbat bir şey olduğunu biliyordum ama boyutlarını bilmiyordum. Sonra Gazi Mahallesi olaylarını. Bizim yaşadıklarımızdan çok daha sert, şiddet dolu, önce polisin sonra askerin sokaklarda ateş açtığı, göstericilerin buldukları herşeyi güvenlik güçlerine attığı bir kaç gün. Sonra yurt çapında her gün yaşanan faili meçhul cinayetler. Ve 28 Şubat'ın saçmalığı. Türkiye'nin, demokrasiyi hiç anlamamış, hiç yaşatmamış hatta yaşanmasına da özellikle karşı çıktığını gördüm. Daha da geri gidilse neler var elbet: 80'ler, 6-7 Eylül olayları ve daha niceleri... 

Peki Gezi Parkı niye bu kadar özel diğerlerinin arasında? Ya da özel mi cidden, yoksa biz mi ilk defa kendimiz katıldığımız için bu kadar önemli olduğunu düşünüyoruz? Bunun cevabını, konuştuğum polis memurunun deyimiyle, 3-5 yıldan önce alamayız. Ama özeleştiri yapma zamanı:

Bu ülkede daha önce de bildiğimiz bilmediğimiz çok ciddi sivil itaatsizlikler olmuş. Bir çoğunda Gezi Parkı olaylarından daha çok mücadele edilmiş, daha zor koşullarda yaşanmış, daha fazla şiddete maruz kalınmış. Biz sokaklara döküldüğümüzde fiziksel mücadele ile ilgili fikirsizliğimiz ve silaha olmayan erişimimiz yüzünden sadece direndik. Gaz yedik geri gittik, sonra tekrar buluşup toplandık. Ama karşı koymak, şiddete şiddetle cevap vermek hiç olmadı. Gazi Mahallesinde bulunmuş abilerimin dediği şuydu: "ben sokaklara çıkıp öğreniyorum; bizim zamanımızda barikat kurardın ve vermezdin, her şekil savunurdun, şimdi silah yok, bilye yok, savunma yok, ama pasif bir direniş var, tamamen öğrenme ve gözlemleme amaçlı sokağa iniyorum napıyo bu gençler diye". Bu, olayların gelişimindeki en büyük fiziki değişiklikti belki de. Bunun dışında, daha önce yaşanan bütün olaylarda ya bir azınlık, ya bir siyasi görüş sahnede. Sağcı-solcu, Alevi, muhafazakar, ne isterseniz... Gezi olaylarında böyle bir şey yoktu, halkın çok farklı hatta zıt kutuplarından gelen insanlar beraberlerdi. Bunlara ek olarak normalde sokağa hiç çıkmayan, iyi para kazanan beyaz yakalı (Beyaz Türkü sizden mi öğrenicez, en iyi Beyaz Türk'ü biz biliriz) kesim de sokaktaydı, elindekileri kaybetme pahasına. Bu da Gezi Parkı'nın önemli bir farklılığıydı. Bir de olayların Taksim ve Gezi Parkı gibi Türkiye'nin kalbinde olması, ehemmiyetini arttırdı.

Olayların tozu hafif durulmuş, anti-Gezicilerin deyimiyle Bodrum'a Çeşme'ye gidilmişken, bundan sonra ne olabileceğini de düşünmek lazım. Gezi olayları bitti ve bir vaha olarak mı kalacak eski günlerde. Yoksa bir şeyler değişecek mi?

Bu hareketin devamı kolay iş değil. Ve gelmeyebilir de. Forumlar biter, AKP aynı dozerlikle devam eder. Ama bir başka ihtimal daha var. Ilk direnen hep en zor işi yapar. O direndikten sonra, yanına 3 kişi gelir, sonra 10 kişi, sonra yüzler sonra binler. Sırrı Süreyya dozerin önüne atladığında orada 15-20 kişi vardı, ertesi gün 200, ertesi gün 2000, 31 Mayısta da yüzbinler. Bunu, daha büyük ölçekte düşünün: Bugün Gezi Parkı olayları oldu. Yarın bir başka olay olacak, insanlar daha rahat ve daha fazla sayıda sokağa çıkacak, daha fazla güç gerekecek bastırmak için ve daha çok tepki olacak. Ve bir sonraki, ve bir daha sonraki. Niye böyle olacağını düşünüyorum? Bir yazı yazmışım, 24 Mayıs tarihli. Daha dozerler ortada yok, Gezi Parkı yalnız ve sessiz. Memlekette olan olayların, içimi nasıl sıktığını, nasıl ilallah noktasına getirdiğini, niye bu blogun adının Tıkandım olduğunu yazmışım. Şu anda o sebeplerin benzerleri aynen devam ediyor. Kanal Istanbul projesi ile öyle büyük bir katliam yapılacak ki geri dönüşü olmayacak. Hamile kadının sokakta gezmesi, tasavvuf düşünürü gibi bir kıytırıklığın arkasına saklanan biri tarafından ayıp ilan ediliyor, hem de devletin televizyonunda. Çarşı grubuna binbir baskı, "sen nasıl politik olursun"! Istanbul'un kuzeyi toptan traşlanıyor, çünkü oraya inşaat yapalım para kazanalım isteniyor. Daha neler neler var... Dur durak bilmeyen, bilimsellikten uzak, kadından ve özgürlüklerden korkan, dini imanı para-inşaat-para olan bir dozere karşıyız hala. Ilk defa bir maçı kazanamadı ama onda da berabere kaldık. Bundan sonra daha cesuruz, daha tecrübeliyiz ama aynı aktifliği devam ettirmemiz lazım. Ben kendi adıma sandık görevlisi olmak için yazılıyorum, herkesin de yapması lazım. Ama daha bir sürü şey yapmamız lazım. Gezi olaylarının perspektife nasıl gireceği, unutmayın ki, tamamen bizim elimizde!

25 June 2013

Bir Polis ile Gezi Olayları Üzerine

Dün akşam Taksim dolmuşu ile eve dönüyordum. Meydanda indim, park ne durumda diye o tarafa gittim. Baktım park bantlarla çevrili, içeri insan sokulmuyor ve etrafı silme polis. Ben de oturan bi tanesini gözüme kestirdim, ne zaman halka açılacak park diye sordum. Açılsa da biz de gitsek fln dedi. Dedim otursam, konuşsak biraz, ben de direnişçiydim, düşüncelerimin aynı olmadığı ama konuşabileceğim insan arıyorum dedim. Tabi buyur dedi, yaklaşık 1 saat konuştuk.

Bu noktada bu yazı ile ilgili bazı önemli noktaları yazmak istiyorum. Niyetim, o polis memurunu bazı şeylere ikna etmek değildi, onun ne düşündüğünü, olaylara nasıl baktığını görmekti. O yüzden dediklerine, aklıma gelen (ve yazıyı okurken sizin de gelecek) binbir soru ile cevap vermedim. Olabildiğince az müdahale ettim. Genelde düşüncelerimi kasten üstelemedim, sadece katılmadığım yerde katılmadığımı ve niye katılmadığımı söyledim; her konuda uzlaşmamız gerekmediğini de karşılıklı söyledik. Ayrıca polis memurunun adını bilmeme rağmen açıklamayacağım, kendisini zor duruma düşürmek istemiyorum. 

Ikimiz de büyük bir aydınlanma yaşamadık. Ona da söledim, olay diyalog kurabilmek ve karşılıklı ne düşündüğümüzü ve hissettiğimizi anlatabilmek dedim. Bu olmadan sadece şiddet olur dedim. O da anlayışla karşıladı, bazı konularda anlaştık bazılarında farklı düşündük ama hoş bir sohbet oldu. Aklımda kalan bazı noktalar:

- Bu olayların ne olduğunu, kime ne kazandırdığını 3-5 sene sonra anlicaz dedi. Kim kazandı sence diye sordu, cevabımı beklemeden saydı; AKP-geziciler-medya-borsa-esnaf kimse kazanmadı dedi. 

- Direkt uyardı, bak biz diyalog kuruyoruz ama ben de polisim o yüzden herhangi bir polise karşı hakaret etme dedi. Hiç öyle bir niyetim yok, olsa zaten gelip konuşmazdım dedim. Orada da belli bir rahatlama yaşadı. 

- Ben direkt polis şiddeti hakkındaki düşüncelerini sordum, en çok onu merak ediyordum. Mesela bazı polislerin münferit olarak yanlış davrandıklarını kabul ediyo, ben de "ama biber gazlarını kafa hizasına sıkıyorlar" diye arada söyledim, muhabbet tatsızlaşmasın diye daha zorlamadım. Dedim bazı işkence videoları var, otoparklarda sıkıştırıp 4e 1 girmeler var dedim, o durumda normalde polisi ararsın ama şimdi ben napıcam dedim. Haklısın ama yine bu olaylar münferit dedi. Yani TOMA müdahalesi ve bol bol gaz sıkma olayını sanki biraz kanıksamışlar hissi aldım. Ethem Sarısülük olayı polis için kırmızı çizgi. Konuşma konusunda çok hassaslar. Orada bilmem kaç kişi üstüne geliyor ve taş atıyor, belinde silah var, biz de insanız kendimizi koruyoruz diyor. Çok hassas olduğu için uzatmadım ama düşüncesine katılmadım. Molotof kokteyli tiyatrosuna hiç girmedim. 

- AKPye hiç oy vermemiş, çok tipik bir orta-alt sınıf insan. Bazı konuşmaları dinsel-milliyetçi esanslı ama evinde arasıra alkol de alıyor. Alkole karşı diil ama sokak başlarında alkol alıp laf atanlardan da şikayetçi. RTEye bayılmıyor ama doğru yaptığı şeyler olduğunu da düşünüyor, yanlış yaptığı şeyler de. Ama polis olduğundan çok fazla eleştiremiyor. 

- Etrafında gezi parkı olaylarına katılan tanıdıkları da var. Hem polis tarafında hem direnişçiler tarafında çoğu insanın aslen şiddet yanlısı olmadığını ama az sayıdakilerin ortada daha çok olduğundan, karşılıklı daha şiddet yanlısı gözüktüğünü söylüyor. Yani bizi, düşündüğümüzden daha saldırgan görüyor, kendilerinin olduklarından daha saldırgan gösterildiğini düşünüyor. Ben de ona park içindekilerin çok farklı gruplardan ama birbirine saygılı ve barışçıl olduğunu, meydanda konuşlanan grupların şiddete daha yakın olabilecekler olduğunu söyledim. Orada anlaştık gibi. Yine de keşke gelse ve parktaki güzel ortamı görse, bazı şeyleri kafasında daha rahat oturtabilirdin dedim, olabilir dedi. Eminim orada da çok düzgün insanlar var ama bence dışarıdan bu direnişi körükleyenler de var dedi. 

- Kahramanmaraşlı, büyürken çevresinde her din-dil-ırk insan varmış ve farklılıkların olması gerektiğini ve bunu sevdiğini söylüyor. Yine de konuşabileceği bir Ermeni istiyor, soracak soruları olduğunu söylüyor. Aldığım hissiyat Kürt diil ama Ermenilerin daha tabu olduğu. Yine de Ermenilerin ve Yunanların aslında dünyada bize en yakın insanlar olduklarını, zaten yüzyıllarca beraber yaşadığımızı ve savaşa giderken bacılarımızı onlara emanet ettiğimizi söylüyor. Bir Ermeni karşısına çıkıp sorularını cevaplasa, oturup konuşsa tabularını yıkabileceği izlenimi verdi bana. Tabusu çok derinden değil ama bunu yıkacak bir fırsat bulamamış sanki. At-avrat-silah söylemi önemli; ayrıca isteyen istediğini yapsın ama devlete karşı çıkmasın karşısında beni bulur diyor. 

- Gezi parkı eylemlerinin en başta çok demokratik ve güzel olduğunu, kendisinin de takdir ettiğini, sonradan yasadışılaştığını düşünüyor. Ne zaman antidemokratik oldu diye sorduğumda çok net bir cevap veremedi. Ayrıca neye dayanarak yasadışı olduğunu sorduğumda ona da bişi diemedi. Bu kadar insanın toplanıp birşeyleri protesto etmesi, şiddet olsun olmasın, yasadışıymış gibi polisin kafasında. Demokrasiyi sandık sanıyor; hoş, başbakan bile öyle sanıyor şaşmamak lazım. Dedim ki demokraside sadece seçim olmaz, benim de başbakanım ise ben oy vermesem de beni de koruması lazım dedim, kabul etti. Bazen agresif olabiliyor dedi.

- 3. havaalanının yapılmasını destekliyor. Hem Cumhuriyet (bunu özellikle belirtti) hem de başka gazetelerde konu ile ilgili güzel yazılar okumuş, o yüzden olumlu buluyor. Şu anda Almanya'da bir havaalanı (Frankfurt'tan bahsediyor) bütün büyük uçakların durduğu yermiş, şimdi bizim de öyle havaalanımız olacak ve dünyadaki rotalar değişecek diyor. Ben de kendisine orasının Istanbul'un geride kalan bütün ormanlarının olduğu yer olduğunu, havaalanından sonra orada baya yerleşim yapılacağını ve ağaç kalmayacağını söyledim. Istanbul'a mesafesi ne kadarsa, illa havaalanı gerekiyorsa aynı mesafede Izmit veya Tekirdağ tarafına yapsınlar o taraflar da gelişsin ama ağaçlar kesilmesin dedim. Fikri baya sevdi, evet keşke öyle olsaymış dedi. 

- Ekonominin iyi gitmesinden memnun; AKPnin en iyi icraatlarından birinin Kemal Derviş'in ekonomik planlarını çöpe atmaması olduğunu düşünüyor. Her gelenin eskiyi yıkıp yenisini yaptığını, AKPnin en azından Kemal Derviş politikasında bunu yapmadığını söylüyor. Ekonominin iyiye gitmesi için devamlı projeler üretiliyor, arz fazlası oluşuyor, yakında ekonomik kriz olacak dedim; geleceğe dair düşünüyorsun, olabilir ama olmayabilir de dedi. 

- Gezi Parkı'na Topçu Kışlası'nın yapılmasını istemiyor; AVMleri de hiç sevmiyor. Emek sinemasına iki kere gitmiş, güzeldi baya diyor. Bu tip yerlerin yıkılmasına üzülüyor ama çok ilerletemedi konuyu. AKM ile ilgili, binayı ben de sevmiyorum dedim. Ama eğer RTE'nin oradaki opera yapma düşüncesi samimi olsaydı, Devlet Opera ve Balesindeki herkesi işten çıkartmaz oraları da yaşatırdı dedim. Konuya hiç öyle bakmamış ama peki niye ona tepki verilmiyor dedi. Dedim veriliyor, muhtemelen bundan sonra da daha çok verilir dedim.

- Bu arada 5 gün eve gitmediği, karısını çocuğunu görmediği zamanlar olmuş. O da yeter modunda. Dedim ben de parktaki insanlar aslında o halde gördükleri polislere de yardım ediyorlar, sorunumuz sizinle deil dedim, onun da hoşuna gitti. Izinlerinizin verilmediğini, tayinlerinizin dondurulduğunu biliyorum ve üzülüyorum dedim, bildiğime şaşırdı.

- Forumlardan bahsettim, bilmiyordu hiç. Enteresan buldu. 

Yine de konuşulan sözler, düşünceler bilmem ne herşeyi geçtim, bence buradaki asıl kazanım onun (ve aslında benim de) akşam eve gidip, gazın diğer tarafındaki bir kişi ile normal bi diyalog kurmanın verdiği rahatlama. Belki de bir müdahalede eline bir direnişçi geçerse ve düzgün konuşursa gözaltına almaz. Belki polisler arasında da konuşurlar konuştuklarımızı. Bişileri düşünmeye sevketmiş oldum, aynı zamanda ben de diyalog kurdum ve görmediğim taraftan gördüm olayları. Konuşmamızı bitirirken dedim ki, "sen en başta bana kim kazandı diye sordun, bence hepimiz kazandık, birbirimizi yakından tanıdık ve diyalog vaktinin geldiğini anladık. Yıllarca sürecek belki bu ama en azından başladık" dedim, inşallah, çok iyi olur dedi. Diyalog kurmak istiyor, muhtemelen bütün polisler istiyor. Sonuçta etrafında sadece tek taraflı bakılan, tek taraflı bilgi verilen, tek taraflı gaza getirilen biri ile bunları konuşmak en büyük kazanımdı, karşılıklı elimizi uzattık birbirimize. Herkese tavsiyemdir bu güzel deneyim; başta polis, sizinle aynı düşüncede olmayan insanlarla, ikna etme niyetinden uzak, sadece düşüncelerini alın ve düşüncelerinizi açıklayın. Bırakın dağınık kalsın, sonra toplarız.

14 June 2013

Refewhat?!

Romalıların, kendilerinden önceki medeniyetlerden farklı olarak kemerleri icat etmesi, şehirlerini büyütmelerinde ve güzelleştirmelerinde çok önemli bir unsur oluşturmuş. Peki ama bu kemer konseptinin ortaya çıkmasındaki en önemli nokta neydi? Kilit taşı. Yuvarlağın en tepesinde, her tarafı dengede tutan, kemer konseptinin üstüne inşaa edildiği kilit taşı. Ancak o bulunduktan sonra kemerler ortaya çıkabildi.

RTE'nin aslında yapmak istediği de tam olarak aradan kilit taşını çekip çıkarmak; böylece etrafına kurulan kemerin tamamını yıkmak. Gezi Parkı vs Topçu Kışlası, şu anda oradaki herkesi direnişe başlatan şey; yani sembolik bir kilit taşı. Referandum yoklaması ile Tayyip, kilit taşını bir test etti.

Zaten hakkında yürütmeyi durdurma kararı bulunan bir şeyi halka sormanın, AKPnin bütün hukuksuzluğunun ve kendini adaletten üstün saymasının kısa bir özeti olarak geçiştirsek bile referandum ne demek?

Bir tweet atmıştım: Şiddetin durması dışında herşeyi kaybetmişiz gibi hissediyorum. Hiç yoktan iyi bile olsa...

Açıkçası bu sabah belki azıcık daha gönlüm rahat ama aynı zamanda büyük bir yenilgi almış şekilde uyandım referandumdan dolayı. Şiddet bitti ama sonunda biz kaybetmekle yine karşı karşıyayız, çünkü:

1- Protestoların devam etmesi halinde RTE, "bunlar zaten marjinal gruptu, ilk gün dediğim gibi. Dertleri de görüyorsunuz ki park değil" deyip olayı zaten anlamamış milyonları arkasına alacak. 

2- Referandum yaparak kendinin ne kadar demokrat olduğunu gösterecek. Eğer yine hırsına yenik düşmezse bu sefer, seçimlerdeki gibi oyları çarpıtmaz da. Hatta tam tersine, sandıktan park yıkılsın çıksa bile yıkılmasın gibi göstertip bir ¨demokrasi gövde gösterisi¨ yapabilir. Ama bu arada Fatih Ormanı, Belgrad Ormanı, 2B yasası, Tabiat Koruma Kanunları çıkıp, ülkedeki her yeşili yokedebilir bir gece yarısı operasyonu ile. Biz de elimizde sadece Gezi Parkındaki ağaçlar ve onların sembolizmi ile kalırız.

3- Ilk defa ses getiren bir halk ayaklanması ile bir türlü başa çıkamayan AKP ve RTE, bozulmuş ezberine geri çekmeye çalışıyor olayları. Together we stand, divided we fall ilkesinden yola çıkarak, referandum ile ağzımıza bal çalıp gazımızı kaçırmak, sıkı sıkıya kenetlenmiş ve hırslı halimizi söndürmek, daha sonra da bizleri teker teker avlamak istiyor. Koç, Boyner, Doğuş, bunlara güzel vergi cezaları gelecektir en başta. Sonra bizim tweetlerin de peşlerinden geleceklerdir belki de. Ne de olsa artık bearber değiliz ve durulmuş durumdayız diye bakacak olaya.

4- Referandum ve seçimlerde üstün çıkmasının, kendisine sınırsız yetki verdiği yanılgısına iyice tutunacak ve bunu çok daha fütursuzca kullanacaktır. Istediği kadar agresif, umursamaz, iyice Osmanlıcı olabileceğini sanacaktır böylece.

Işte tam bu yüzden referandum, bir kilit taşı gibi. Onu aradan çekip çıkarmayı başarırsa, bizi çok daha büyük bir sınav bekliyor olacak. Kemeri, kilit taşsız ayakta durdurmak zorunda kalacağız. Neyseki referandum, hala sadece bir ihtimal ve beyefendinin keyfi elvermezse olmayabilir de. Biz de böylece ezber bozan pozisyonumuzda orantısız zeka kullanımı ile hayatımıza devam edebiliriz. Suriye ve Iran'ın yakında daha sıcak gelişmelere gebe olduğunu da hesaplarsak RTE, hamlelerini çok daha hızlı yapmak zorunda artık.

Not: Geçen yazıda, parkın içindeki insanların forumlar kurarak artık düşüncesel direnişe ciddi anlamda başlaması gerektiğini yazmıştım. Farklı farklı forumlar başlamış ve tam olarak da bu yapılıyormuş. Benim bunda bir tuzum olduğunu zannetmiyorum ama bu gelişmeye çok sevindiğimi söylemeliyim.

07 June 2013

Ya Şimdi Nolacak

Son 1 hafta 10 gündür Türkiye, daha öncesinde hayal edemeyeceği şeyler yapıyor, kendini aşıyor ve bir sürü insan, hayatında ilk defa bu ülkenin gerçekten bir parçasıymış gibi hissediyor. Muhteşem, şahane, ütopik bir his. Her akşam parktayız, direniyoruz, eğleniyoruz, diğer şehirlere sahip çıkıyoruz, kalemizi koruyoruz ve devlet düzeni dışında neredeyse kendi Taksim özerk alanımızı yaratıp kendimiz idare ettiriyoruz.

Ama peki bundan sonra ne olacak? Bu ütopya daha ne kadar devam edecek ve biz ne kadar Gezi Parkına her akşam gidicez? Her akşam orada olmak, aylarca yıllarca bile olsa, çözüm mü?

Çok önemli bir nokta var ki biz aslında ne istediğimizi bildiğimiz için orada değiliz. Bizim en büyük ortak paydamız ne istemediğimiz. Biz umursanmamak, yok sayılmak, hayatımıza karışılması, insandan sayılmamaya karşıyız. Ve temelde haklıyız. Sesimizi de korkusuzca çıkardık. Türkiye'nin en önemli meydanında 5 gündür biz varız ve istediğimiz kadar da kalabilirmişiz hissi var Boşbakan tersini söylese de.

Ama biz ne istiyoruz?

Itiraf edelim ki direniş hareketi, şu anda ileri gitmeyi bıraktı ve halihazırdaki momentumu ile gidiyor. Bir süre daha herhangi bir ilerleme kaydedilmezse o momentumu kaybedecek ve bu günler güzel bir ütopya olarak kalacak.

O yüzden bundan sonra daha sonuç odaklı, daha ne yaptığımızı ve ne istediğimizi bilerek devam etmemiz gerekiyor. Ve farkında olalım veya olmayalım oradaki kalabalığın en zayıf karnı da bu. Çünkü ne istemediğimiz ortak iken, buna sunduğumuz çözümler farklı. BDP, MHP, LGBT, Çarşı, TKP ve en önemlisi apolitikler* gibi birbiriyle çok alakasız grupların, bir ipi aynı yöne çekmesi de çok zor.

Diğer yandan bakacak olursak, o parkta bulunanlar olarak hayatımızda hiç bir zaman elimize geçmeyen bir güç var. Tam olarak napacağımızı bilmediğimiz bir güç. Bu olayların, her güzel şey gibi bir sonu olacaksa, skalanın kötü son tarafında polis gücü ve/veya kaba kuvvet varken iyi tarafında ne var bilmiyoruz. Hükümeti düşürmemiz mantıklı (veya itiraf edelim pek olası) değil; demokratik olarak seçilmiş bir hükümetten bahsediyoruz. Ayrıca hala siyasette çoğu insanın içi rahat bir şekilde oy atabileceği bir parti olmadığından, bundan sonraki genel seçimlerde de eskisinden farklı bir sonuç çıkması beklenemez. O yüzden belli başlı, çok temel ve ortak paydalarımızı kapsayacak bir istek listesi çıkarıp bunları kabul ettirmemiz lazım. Hükümete değil sadece, devletin kendisine; yani bu ve bundan sonraki bütün hükümetlere.

Işte "ne istiyoruz" sorunsalı da tam olarak burada karşımıza çıkıyor. Parkta bulunan ütopya-yaratıcılar, devletin karşısına geçip bazı isteklerde bulunacaksa ilk önce bu isteklerin ne olduğuna kendi arasında karar vermeli.

Kendi adıma bazı nacizane şeyler düşündüm; paylaşmak istiyorum. Parktaki herkes bu tip politik konular konuşmak istemiyor olabilir ama oranın şu an itibariyle doğrudan demokrasiye yakın bir şekilde yönetildiğini görmemek imkansız. Bu yüzden parkın bir kısmının "forum"a ayrılarak, orada olan her gruptan bazı insanların bulunduğu bir tartışma/münazara ortamının yaratılması lazım. Buraya gelecek konuyla ilgili kişilerin yanında siyaset tarihi profesörlerinin de davet edilmesi gerekiyor hatta. Çünkü eminim ki bu tip bir süreçten geçen ilk topluluk değiliz ve her ne kadar her halk direnişinin kendine özel dinamikleri olsa da önemli benzerlikleri de vardır. Bu konuda geçmişteki örneklerden faydalanmamız da lazım kesinlikle. Örneğin hangimiz Magna Carta'yı gerçek anlamda biliyor ve konumuzla ne kadar alakalı olduğuna dair bilgili?

Büyük ihtimalle buradan çıkacak ortak paydalar, bazı grupları tatmin etmeyecek. Hatta hiç kimseyi tam anlamıyla tatmin etmeyecek; ama zaten bazı grupların/düşüncelerin tam tatmin olması ve diğerlerinin olmaması, gerçek bir sonuca ulaşılamadığının göstergesi olacaktır. O yüzden sadece bazı ortak paydalar üstünde uzlaşılması ve diğer konuların dışarıda bırakılması, önümüzdeki en zor adım. Bunu yapabilirsek sonrasının daha kolay olduğuna inanıyorum. Saydığım veya saymadığım bir çok grup, bu olaylar sonrasında yine farklı düşünceleri beslemeye devam edecek ama en azından birbirine saygılı ve şiddet içermeden hayatlarını devam ettirebilirse ne mutlu.

Bu ortak paydalar ne olabilir? Muhtemelen listenin başına Gezi Parkı'nın park olarak kalması ve bir çok yeşil alanı imara açacak Tabiat Kanun Tasarısının reddedilmesi yerleşir. Hatta bunun devamı olarak 2B kanunu da iptal ettirilebilirse çok iyi olur, ülkenin ekolojik geleceğini garantiye almış oluruz. Bundan sonra maddenin herkesin hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi ve bazı çizgilerin geçilmemesi diyebiliriz. Ama her ne kadar mantıklı ve güzel bir istek olsa da son derece çerçevesi belirsiz, biraz muallak bir istek bu. Bunun çizgilerinin çekilmesi lazım. Mesela içki yasaklarının kaldırılması ve alkollü içecek firmalarının sponsorluk-reklam olarak kısıtlanmaması. Ayrıca sosyal yaşamdaki +24 yaş sınırlamasının kaldırılması. Kürtaj ve nüfus planlamasıyla ilgili noktaların eklenmesi gerekir. Eminim Kürt vatandaşların çok makul istekleri olacaktır, LGBT'nin ve diğer bir sürü grubun çok mantıklı noktaları olacaktır dikkat çekecekleri.

Bir düğüne davetli listesi yapmak gibi bir şey aslında: bunları çağırsak mı, ama onları çağırırsak bunu da çağırmak lazım, hiç birini mi çağırmasak yoksa hepsini mi çağırsak? Nerede duracağını bilememe hissi. Bunlar, eğer bu adımlara gelirsek, yaşayacağımız şeyler. Zaten aslında kağıt üstünde kanunların çok kötü olmadığını ama pratiğe berbat koyduğumuzu düşünme aşamasına hiç gelmediğimin de altını çizerim.

"Bu daha başlangıç, mücadeleye devam" derken aslında tam da bu sebepten bağırıyordum. Buraya kadar ellerimizle, tırnaklarımızla getirdik. Ama bundan sonra düşüncesel olarak ileri gitmezsek şerefine içeceğimiz (içebilirsek) günler olarak kalmasından korkuyorum bu yaşadıklarımızın.

24 May 2013

Tıkandım!

Bu ülke; hayatı sadece din gözlüğüyle gören, başkalarının haklarını ve hukuklarını umursamayan, elele tutuşmaya günah deyip 20 erkek beraber ergen olmamış kızlara tecavüz eden, yalancı pedofiller kadar ben ve benim gibi insanların da. Ve aynı şekilde benim de haklarım var ve aslında, temelde, benim de özgürlüklerim var. Aynı hayatı yaşamak zorunda değiliz. Onlar camilerden çıkmayıp evde Kuran okumaktan başka bişi yapmadan yaşayabilirler ve ben buna saygı duyarım. O da onun seçimidir. Ama benim olmak zorunda değildir. Ben normal bir insan gibi sosyalleşmeyi, istediğimde içki içmeyi, elele tutuşmayı, özgürlüklerimin tadına varmayı isterim. Ve kimse kimseye karışamaz.

Ama işte kendini insan sanan sözde başbakan RTE ve onun zombileri artık fazla ileri gittiler. Kişisel olarak ne yapacağımı da bilmiyorum açıkçası. Bu blogun ismini hiç bu kadar net damarlarımda hissetmemiştim: Tıkandım!

Ne yapabilirsin ki? Bu ülkenin ne yargısı var, ne hukuku var! Sadece içi boşaltılan bir din ve polis devleti. Spastik, insan haklarına aykırı yasaları ile zorbalık yapan, kendisine uymayanlara polis denilen üniformalı suçluları ile kırdıran, sonra da hakkını arayınca zorbalığı hukuğu sadece adında kalmış mecralarla meşru kılan bir din devleti. Ve ülkenin hakkı bu. Biz, istediğimiz kadar normal bir yaşam için orada burada yazalım, Taksimlerde yürüyelim. Gidip Fatih'te, Sultanbeyli'de, Anadolu şehirlerinde ayaklanmadığın sürece hiç bir şey olmaz. Ve maalesef o kısımlar, bilinçsiz cahil ve bizle aynı oy hakkına sahip insanlarla dolu. Niye durup savaşayım ki? Ne için durup savaşayım? Neyle savaşayım; ben sözle, hakla hukukla hakkımı ararken Allah sevgisi adı altında sadece sopa ve zorbalık kullananlarla mı savaşayım?

Giderim. Çok sevdiğim, çoğunluk olmasa da çok iyi insanların olduğu, her tarafı (yakılıp yıkılmak üzere de olsa) cennet olan ülkemden niye zorla gönderiliyorum? Suçum insan olmak, insan olmaya devam etmek mi?

Yazının bundan sonrası küfür. Dine, dincilere, Recep Tayyip Erdoğan'a, AKP'ye, o düşüncedeki insanlara... Sülalenize selamlar